Zaman akıp giderken ben koltukta oturuyordum. Zihnim düşünceli, aklım bulanık, elimi çeneme dayamışım ve oradan da tekli koltuğun köşesine dirseğimi. Hayatlardan sahneler akşam üstü odaya vuran güneş gibi bir yerden başlayıp diğer yana geçiyor. Sebebini ne olduğunu bilmediğim garip bir hüzün yerini beklentisiz rahatlamaya bırakıyor. Duvar saatinin sesi boş odada yankılanıyor. Duyulmak istediğini biliyor çünkü biz fark etmesek de zaman sessizce akıp gidiyor.
Düşüncelerimin bitip donuklaştığı yerde kendimi sorguya çekiyorum. Hem polisim hem de suçlu. Neden yaptım?
Nasıl yaptım?
Bir daha yapar mıyım?
Saniyeler birbiri ardına geçip giderken ben çaresizce oturuyorum. Ellerim aklımdakilerden oluşmuş bir kelepçeyle sarılı. Ayak bileklerim de öyle. Kendimi gönüllü yargılıyorum. Sanki başkalarının yargılamaları yetmezmiş gibi.
Bu sefer kolay yem olmayacağım diyorum kendime. Beni ufak bir kafesin içine tıkıştıran onlar mı ben mi?
Karanlığın içinden ''İkisi de.'' diye bir ses duyuluyor. Kafamı kaldırıp beyaz duvarlara bakıyorum. Boş bir sinek vızıltısı. Kendime ''Peki en çok kim?'' diye soruyorum. Bu sefer kimsenin sesi duyulmuyor. Yine bir boşluk. Sinek camın kenarına konmuş. Başarabilirim umuduyla cama çarpıyor. Bedenini bir silah gibi kullanıyor ve camı kırmaya; buradan çıkmaya çalışıyor.
Ben de kafesimi böyle kırabilir miyim?
El ve ayak bileklerimdeki bağlar çözülüyor. Hava karardığında her şeyin dinginleştiğini anlıyorum. Gündüzün koşuşturmasından geceye ne kalır ki?
Bu sefer ayağa kalkıyorum. Ağzımda sayıkladığım birkaç kelime: Kafesinin kilidi senin elinde.
Muazzam bir yazı olmuş. Ellerine sağlık blog sahibi. Yazmaya devam etmen gerektiğini düşünüyorum.
YanıtlaSilBlog benim bir çeşit deney alanım ve ne yazık ki vakit bulabildikçe yazıyorum. Yazımı beğenmenize çok sevindim :)
Sil